“ÖNCE VATAN” Bu kitabımda Anadolu topraklarında yıllardır yaşayıp şehit olan güzel insanların hikayesi var. Nene Hatun’un Çocuğunu beşikte bırakıp “Önce vatan” vatansız olunmaz ama çocuksuz olunur demesi. Yeni evli Niyazi’nin Sevgili eşi Müzeyyeni İstanbul’da bırakıp Çanakkale’ye gitmesi. Sütçü İmam’ın her şeyi göze alıp O kadar Fransız askerinin arasına girip İlk kurşunu sıkması. Çanakkale’den Sarıkamış’a kadar birçok hikâyeyi bu kitapta bulacaksınız.
***
“Tamam komutanım” dedi. Ferhat gedik başçavuş ve yanında gelen askerlerle birlikte abdestlerini alıp cuma namazını kıldılar. Eren de cuma namazında müezzinlik yaptı. Ferhat astsubay Eren’i hayranlıkla izledi.
Ferhat Astsubay Eren’e:
“Aferin sana delikanlı ne de güzel müezzinlik yapıyorsun, nerede öğrendin? diye sordu.
“İmam hatip Ortaokulu’na gittim bu sene de lise ikiye geçtim Komutanım” dedi.
“Maşallah sana çok iyi yapmışsın ”diye Eren’in saçlarını okşadı Ferhat astsubay yanındaki uzman çavuş ve askerlere gerekli talimatları veriyor dikkatli olmaları için de uyarıyordu. Eren ve Ferhat astsubay evlerine doğru yürümeye başladılar. Eren evlerin arkasındaki ormanlık alanı gösterdi terörisleri orada gördüğünden bahsetti.
“Neresi Nerede gördün?” demeye kalmadan silah sesleri duyulmaya başladı. Silah sesleri Maçka dağlarından yankılandı gelen kurşunlar önce Ferhat Astsubaya sonra Eren’e isabet ediyordu anında karşılık verildi ama Eren’le Ferhat astsubay yaralanmıştı…
Genç kız yatağına yatmış babaannesinin elinin sıcaklığını halen üstünde hissediyordu. Küçük bir dokunuş, tatlı bir söz, bir sarılma ne kadar da değerliydi. Annesi onun gönlünü bunlara doyuramamıştı. Oysa bir annenin gönlünü sevgiye doyuramadığı çocuğu dünyalar doyuramazdı. İçinde karmaşık düşünceler ve minicik bir huzurla gözlerini usulca kapattı.
Merhaba sevgili okurlarımız;
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu yola çıkarken 1. ve 2. Antolojiden sonra, 3. Antolojimizi Edebiyata kazandırabilmenin heyecanı sarmıştı. Birbirinden değerli şairlerin kalemleri ile yol almak bizlerde muhteşem bir haz uyandırdı ve bu şevkle başladık çalışmalarımıza. Tabi ki; yeni yol arkadaşları, yeni şairler ve güzel kalemler ile tekrar yürümek bizlerin sonsuz gururumuz ve mutluluğumuz oldu. Bu yolculuktaki temel anlayışımız “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindi ”…
Bu kitabın siz okurlara ulaşmasında büyük emeği olan grup yöneticimiz şair, yorumcu Ali TURGUT beye yine çalışmalarımızda desteğini esirgemeyen yorumcu, şair grup yöneticimiz sevgili Suna Türkmen GÜNGÖR hanıma sonsuz teşekkürlerimi sunar, tüm okurlarımıza sevgi ve saygılarımızla taktim ederiz…
Merhaba sevgili okurlarımız;
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, bu kitaba başlarken, birinci kitabımıza başlarken duyduğum heyecan ve coşkuyu yeniden yaşadım. Öyle ya! Yeni şairler, yeni kalemler. yeni dostlarla yola çıkıyorduk. Bu yolculukta ki temel anlayışımız” Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindi”
Bu kitabın siz okurlara ulaşmasında büyük emeği olan grup yöneticimiz Şair, yorumcu Ali TURGUT beye yine çalışmalarımızda desteğini esirgemeyen yorumcu, şair grup yöneticimiz sevgili Suna Türkmen GÜNGÖR hanıma sonsuz teşekkürlerimi sunar, tüm okurlarımıza sevgi ve saygılarımızla taktim ederiz…
“Girişim” ile “Girişimci” ifadelerinin çok karıştırıldığı bir çalışma hayatı temposunda, aslında kelimelerin de fazla anlamı kalmıyor! Çünkü her girişimin artık bir girişimcilik kabul edildiği bir zamanı yaşıyoruz. Her ne kadar, girişimcilik ile “genç” çok iyi uyuşsa da, gönlü genç, nice girişim sahipleri de yok değil! Zaten kavramın birleşmesinin, çıkış noktası da burasıdır. Türkiye İstatistik Kurumu da buradan yola çıkarak, bütün işletmeleri, sınıfına bakmadan, “girişim” olarak kabul etmektedir…
Unutmayalım ki; bir girişimci, detaylı bir maliyet analizi, ürünün pazar araştırması, teknik tasarım, proje hazırlanması, rakiplerin araştırılması, teknik analiz, ürünün deneyleri veya denenmesi gibi konularda, dört dörtlük bir bilgiye sahip olamaz. Olsa da bu bir istisna olur. Bu yüzden, girişimcilerin, daha işin başında ya da projeleri sürerken, desteklenmeleri gerekir…
Evet, cana sevgi katanlar derken o eşsiz duyguları gönül kaynağından dile getiren kültürün yegâne temsilcileri olan şairlerimizden bahsettiğim tüm okuyuculara aşikâr olmuştur. Sözleriyle umuda yolculuk yapan mısraları bir tespih misali hassasiyetle dörtlüklere taşıyan o dörtlüklere temasına uygun sıralayıp şiir eyleyen bu sanatın temsilcilerini alkışlıyorum. Ahmet Yesevi’den bu yana nice üstatların gelip geçtiği bu coğrafyada gönlümüzde iz bırakan birbirinden kıymetli eserleri okudukça mutlu olmamak elde değildir. Gelecek kuşaklara aktarılan her güzel söz bir şairden kalan en büyük hazinedir. Bazen Köroğlu nağmeleriyle coşar yüreğimiz bazen mehter ile tutuşup yanar kanımız bazen istiklal marşıyla inletiriz arşı bazen bir bayrak şiiriyle çekiliriz göklere işte budur ebedi aleme intikal eden ustalardan bize kalan en güzel miras. Anadolu insanının hamurunda vardır edebiyata edebe biat etmek. Ümmi analarımızın doğaçlama söylediği ağıtlar günümüzde hala dinledikçe yüreğimize hüzün katmakta gözümüzden yaş olup akmakta daha saymakla bitmeyen ne güzellikler vardır bu cennet vatanda. Bu duygular içinde bu kültürün son temsilcileri her zaman kişiliklerine yüreklerine kalemlerine saygı duyduğum Murat Erciyas ve Şenol Şener kardeşlerimin özveriyle hazırladıkları 10 Usta Kalem adlı antolojisinin hayırlı olmasını temenni ediyorum. Ayrıca şiirleriyle bu esere katılan tüm üstatlara teşekkür ediyorum.
Okuyucusu bol olsun dileklerimle, saygılar sunuyorum.
Bu büyük sahabilerin kendilerine has özellikleri vardır. Meselâ: Mekke’de ilk müslüman olan bu şahsiyetler Hz. Peygamber’e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir. Bu büyük sahabilerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk büyük cihat hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz. Peygamber’e, O’nu ve İslâm’ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç altında Bey’at etmişlerdir. İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın akrabalarına karşı çarpışmaktan geri durmamışlardır.
(Cennetle Müjdelenen Sahabe Zübeyr B. Avvam)
–
Onların nesebi, soyu ve kimliği sorulursa cevap hazırdır. Müslüman. Yani, onlar yalnızca Müslüman’dır. Soy, ad, veraset gibi şartlarla değil aksine inceleme, delil ve fıtri zevk sonucu Müslümandırlar.
İşte bu neslin özelliklerinden biri de budur. Allah ve Resul’ünün hükmü onlarca kesin bir biçimde kabul görür. Şayet tağut’un sözü, hükmü gündeme getirirse buna asla itibar etmezler. Cevapları kesin bir surete reddir.
Bu, Ayten Pearse’ın firari Cooper’ı araştırmaya başladığında sorduğu ilk soruydu. Bu adam her kimse muhtemelen yıllar önce ülkenin pek bilinmeyen bir bölgesine taşınmış olmalıydı. FBI tarafından şimdiye kadar bulunamadığına göre ölmüş olma ihtimali de yüksekti.
Cooper olayı ile ilgili duydukları, araştırmacı gazeteci kimliği taşıyan bu kadında merak uyandırmıştı. Binlerce dosyanın içindeki bilgileri gözden geçirip anlamaya çalışıyordu…Çünkü; Pearse’ın bir an önce yanıtlaması gereken önemli sorular vardı.
D. B. Cooper 24 Kasım 1971’de Portland’da Seattle’a giden bir uçağın, yalnız, sıradan görünümlü, iyi giyimli bir yolcusuydu. Uçak havalandıktan sonra ise tarihin en gizemli uçak kaçırma hikayesinin ana karakteri olmasına geri sayım başlamıştı.
At nallarınca çarpsa da
Dilim damaklarımda
Kurur
Yitik renkler
Avuçlarımda
Serpilir anılar
“uzun olur gemilerin direği”
Anamın türküsüydü
Akşamın önüne oturur
Hep o
Acı türküleri söylerdi.
Adaletin ikliminde yaşamak ve onun bilinç atmosferinde huzur bulmak için, elbette ki hukukçu olmak gerekmiyor. Diğer bilim ve sanatlarla bütünleşik olarak, hukuki okumalar yaparak da bu yolda mesafe alabilirsiniz. Yüzlerce kitabı okumaya vaktiniz olmayabilir. Roman tarzı bir anlatımla; hukukun genel ilkeleri, insan hak ve hürriyetleri, birlikte yaşama öğretisi, demokratik tavır, ceza ve yargılama hukuku alanlarında temel ve öz bilgileri, normları, ilkeleri anlatmaya çalıştım. Her gerçeği romana sığdırmak elbette mümkün değildir. Fakat sizlere ancak patika yoldan, otoyola ulaşmanıza rehberlik edebilirim. Kitabın sonunda önerdiğim kitapları da dikkate almanız tavsiye edilir.
Hukuk felsefesinin/ mantığının, adalet psikolojisinin, sosyolojinin; toplum düzeni, birliği, dirliği ve sürdürülebilirliğinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunun gereğine inanmış olacaksınız.
Adaleti koruyup kollamadığımızda, onun da bizi koruması mümkün değildir. Yasal ve anayasal sorumluluk, hak ve ödevlerimizi bildiğimizde, yaşam daha anlamlı, kalıcı, daha çekilebilir, daha güven verici, daha sevimli ve huzurlu olacaktır. Kitap, ayrıca ihtiyacınız olduğunda; adli savunma yeteneğinize, ilave sosyal donanımlar katacaktır.
Adalet sevdamız, insanlık aşkımız, üretim mücadelemiz, paylaşım ve dayanışma; ilkeye dönüştüğünde, artık kavgaya zaman ve yer kalmayacaktır.
Niyet, öğreti, öngörümüz ve beklentimiz budur. Ne kadarını başarabilirsek, medeniyetimizin temelini onun üzerine kurmak zorundayız. Niyetlerin gerçekliğe dönmesi veya ütopya olarak kalması bizim elimizde.
Ağacın, bitkinin nesli, geleceği ve özü; tohumlarıdır. İnsanınkiyse genlerine kodlanmıştır.
Bir ifade sanatının özü ve maksadı ise, cümleler arasına serpiştirilmiştir. Haklı, yasal, mantıklı, etik, dürüst, bilimsel bir gerekçesi olan her yorum ve eleştiriye açığım. Zaten geliştirilebilir, değiştirilebilir, denetlenebilir bir içerik sunuyorum. Bilimsel, metodolojik bir bakış da her durumda bunu öngörmez mi?
Kitabımızın ikinci baskısında düzeltmeler ve ilaveler yapılmıştır.
Okuma, yazma, anlama ve anlatma mücadelemiz devam ediyor. Yeni eserlerde buluşmak dileğiyle.
Bu kitabı neden yazdım?
Ormanda tek başımıza yaşamadığımıza göre yaşantımızı düzene koymak ve huzur içinde bir düzen kurmamız gerekiyor. İnsanların birbirinin hakkını gasp etmesinin ve birbirine zarar vermesinin önüne geçmenin tek formülü makul bir hukuk sistemi kurmaktır. Peki iyi hukuk sistemi nasıl kurulur, her hukuk sistemi insanlara huzur ve güven tesis edebilir mi? Sözde değil gerçek bir fonksiyon ihtiva edecek olan bir hukuk sistemi nasıl kurulur? Adalet olmadığında başımıza neler gelebilir?
Bugün bizler için iyi olup başkaları için kötü olan sistem yarın tersine işleyebilir. Bunun önüne nasıl geçmeliyiz? Hukukun bıraktığı boşluğu ahlak ve vicdan doldurabilir mi? Yahut doldurması için neler yapılmalıdır? Hukuk öncelikle namuslu insanlar için mi gereklidir yoksa namussuzlar için mi? Hukuk ve adaletin tesisinde halkın rolü ne olmalıdır? Halkın adalet talebinin bir önemi var mıdır? Olayların farkına varmanın adaletin rotasına bir etkisi olur mu? İşte kitabı bu soruların cevabını aramak için kaleme aldım.
“Adalet İnsanı” kavramını yıllardır duyduk mu ? Sahi bu adalet insanı kimdir, kim olmalıdır, ne yapmalıdır, hiç düşündük mü ? Kulaklarımızı yırtarcasına, gözümüzün içine sokarcasına, ruhumuza işlercesine, yıllarca hiç işittik mi ? Bu kavramın içini doldurup, unsurlarını belirleyip, ilkelerini oluşturup, ruhunu tanımlayıp içselleştirdik mi ? Adalet insanı kavramını yüceltecek bir şeyler yaptık mı? Yoksa düşene bir de sen vur babından davranışlar mı sergiledik.
Elbette ki; doğruları bilmek önemlidir, gereklidir ve şarttır ancak yeterli değildir. Şeytan da bütün doğruları bilir amma melekle ayrılan farkı doğruları uygulama iradesi ve icraatıdır. Adalet insanı olmak için gereken ve herkesçe bilinen doğruları uygulayacak meslek etiklerine inanıp, hayata geçirmek için maliyetlerine rağmen fedakarca çalışan örnek adalet insanlarına ihtiyaç var.
Elbette doğru. Ancak; sistem gerçekten nitelikli adalet insanı üretemedi veya üretmek istemedi. Belki de ona gereken, hukuk ve adaletin gereğini yapan adalet insanları değil de, gerektiğinde “işine yarayacak” hukuk figürleri, hatta hukuk figüranlarıydı…. Belki de bunu başarmayı da bildi.
Onu, herkese, her bir kişiye ve her kesime; sırf ve sadece ve yalnızca “adalet dağıtan” bir ortakça benimsenen onurlu ülkümüz yaptık mı?
Oysa; “adalet insanını” her yerde, her zamanda, her zeminde, derhal ve behemehal, herkesten ve her kesimden çok bizim, bizlerin, hepimizin, başkalarına bırakmaksızın birlikte oluşturmamız gerekmez miydi ? Keşke; Sözümüz hiç bitmese, zorda, darda, tasada ve sevinçte ortak olsak, adaleti birlikte omuzlayıp, mutlak ve maddi adaleti gerçekleştirsek..!
Acılardan Umuda bir yolculuktur, Göç…
Her göç, acıdan umuda giden bir sürecin tüm renklerini içinde barındırır. Öyle değil mi? acılar olmazsa insanlar niçin ata topraklarını terk edip yeni diyarlara yelken açsınlar. Terk edilen ata toprakları, evler, eşyalar değildir. Bir tarihtir arkada bırakılan.
Göç denilen bu yolculuğun bir diğer adı umuda kaçıştır. Hedeflenen topraklara varıldığında ise; ilk el yüz yıkanan su, ilk hasat edilen ürün, ata toprağında bırakılan tek şeyin eşyalar olmadığını haykırır göçerlere… hem de acı acı. Saklanır, gizlenir, çoğu kere kendi kendine bile itiraf edilmez. İşte arkada bırakılan, ata toprağındaki hayattır.
Yeni topraklar umuttur, ancak bir o kadar da çetindir. Ağaca yapılan aşı gibidir yeni hayat, filiz vermesi, yeşermesi beklenir.
“Dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin” yeşeren en güzel dallarından biri olan Girit Göçmenlerinin hikayesini anlatan bu kitap, gelecek kuşaklara ışık tutmaktadır.
‘Doğum günümü hiç kutlanmadı ki, kaç yaşında olduğumu bileyim. Sadece ben, senin yaşındayken, o zaman on iki veya on üç yaşında ancak olurdum. Yaptığım bir hırsızlıktan bol ekmek çalmıştım. Herkes yedi beni okşadı. Yanımızdakilerden biri, ‘Aferin Halil sen adam oldun. On üç yaşında ancak olursun.’ Öyle sevindim ki biri benim yaşımın kaç olduğunu söylemişti on üç yaşındaymışım. Bu yaşın bana ait olmasını benimsedim. Ondan sonra üç yıl geçti. Şimdi demek ki on altı yaşındayım,’ dedi. Bunlar benim yaşamım oldu çıktı.