Açıklama
Baskı Tarihi | Aralık 2022 | Baskı Boyutu | 16 x 24,00 cm |
---|---|---|---|
Baskı Sayısı | 2. Baskı | Kağıt Cinsi | 2. Hamur |
Cilt Tipi | Ciltsiz | Çevirmen | |
Sayfa Sayısı | 478 | Yayın Dili | Türkçe |
₺495.00 ₺336.00
Evet eğer, kendi fikrime ve felsefî çalışmalara dayanarak kitapta anlattığım o beş kitabı yazsaydım, elbetteki cevaplar çok zayıf kalırdı. Fakat iş, Kur’an ayetlerinin temel vasfı olan kudsiyet ve mucizeliğe dayanınca hem ben, büyük bir külfetten kurtuldum, hem çok daha parlak ve canlı cevaplar oldu…
Evet, tarih boyunca iki çeşit tefsir yazılmıştır. Bir kısmı, Kur’an metninin gramatik tahliline ve tercümesine ağırlık vermişler. Ve sıra ile gitmişler. İkinci kısım tefsirler, sıra ile olmayıp Kur’an’ın bütünlüğü içinde, özellikle ayetlerin ve cümlelerin birbiriyle olan münasebet ve ilişkilerinden çıkan evrensel geniş manalara dayanarak yapılmış olan tefsirlerdir. Bu manevi mucizelik tefsirleri, metnin gramatiğiyle ve cümlelerin tercümesiyle ilgili kopuk notlar şeklinde olan tefsirlerden çok daha fazla Kur’an ruhuna, manasına layıktırlar. Böyle tefsirler, Kur’an’ın mesajını çok daha iyi açıklıyorlar. Çünkü kitapta adları geçen o büyük imamlar, Kur’an’ın nazm-ı maânisini (söz dizimini) esas almışlar; -matematik sayıların bir araya gelmesiyle değerleri yükseldiği gibi- o nazm-ı maâniden çıkan evrensel, sonsuz mana katmanlarına girmişler, toplumun anlayabileceği bir dil ile, temsillerle o manaları, mesajları açıklamışlar. Diğer tefsirler gibi kelime tercümesinde ve cümlelerin gramatik tahlillerinde boğulmamışlar.
Baskı Tarihi | Aralık 2022 | Baskı Boyutu | 16 x 24,00 cm |
---|---|---|---|
Baskı Sayısı | 2. Baskı | Kağıt Cinsi | 2. Hamur |
Cilt Tipi | Ciltsiz | Çevirmen | |
Sayfa Sayısı | 478 | Yayın Dili | Türkçe |
Sadece bu ürünü satın almış olan müşteriler yorum yapabilir.
İraq Türkmanlarının söz və həqiqət bayrağını ustadlardan məsuliyyətlə alıb, gələcək nəsillərə ötürmək üzərə şərəflə daşıyan Şəmsəddin Kuzəçi çiynindəki mənəvi yükün fərqindədir. O, sanki bir institutun işini təkbaşına görmək yetənəyi nümayiş etdirir. Doğrudan da, hərdən heyrət edirsən ki, o, bir bu qədər məhsuldarlığı və çoxyönlü keyfiyyətli işləri bir ömrə sığdırmağı necə bacarır?.. Bu sualın cavabı onun millətə sevdalı olmasına, Türk dünyasına aşiq olmasına bağlıdır. Çox şadıq ki, sevdalılıq, aşiqlik onun timsalında həvəskarlıqda qalmayıb və peşəkarlıqla ziddiyyət deyil, üzvi vəhdət təşkil edir.
Biz də gördüyü işlərə görə Şəmsəddin Kuzəçi bəyi təbrik edir, gələcəkdə onu Azərbaycanın və Türk dünyasının önəmli şəxsiyyətlərindən biri olaraq görəcəyimizi ümid edirik.
Karadeniz’in acısı, neşesi, aşkı, öfkesi bu kitapta
“KAPIDAN ÖMÜR GEÇER” OKURLARIYLA BULUŞUYOR
“İnsan da zaman gibi konup, göçüp gidiyor /
Anılar roman gibi bir oku ki ne diyor?”
Araştırmacı Hızır Canbaz’ın ilk kitabı “Kapıdan Ömür Geçer”, okurlarını bekliyor. Hemşinlilerin aşklarını, hasretlerini, acılarını, neşelerini, horonlarını anlatan kitap, yöre insanının destanlarını, atışmalarını, türkülerini gelecek kuşaklara aktaracak bir belge aynı zamanda.
“Söz uçar, yazı kalır” demiş atalarımız. İnsanlık tarihinin böylesi ilerleyebilmesinin en temel nedeni, kuşkusuz yazı. Onun sayesinde bilgilerin, kültürün kuşaktan kuşağa aktarılabilmesi. Araştırmacı Hızır Canbaz’ın “Kapıdan Ömür Geçer” adlı ilk kitabı da Hemşin tarihinin yıllara meydan okumasını sağlıyor. 40 yıllık bir emeğin sonucu olan kitap, Hemşinlilerin aşklarını, kavgalarını, acılarını, neşelerini, horonlarını, dün ve bugünlerini anlatıyor. Üstelik yine Hemşinlilerin meşhur atışmaları, türküleri, ağıtları, destanları üzerinden.
TÜRKÜLERLE, DESTANLARLA BÜYÜDÜM
Hızır Canbaz, türkülere meraklı bir Hemşinli. Hemşin kültürüne ait eserleri biriktirmeye çocukluğundan başlıyor. Canbaz, “Henüz yedi yaşındaydım. Çamlıhemşin Kale Köyü’nde ot biçim zamanıydı. Sesleri birbirleriyle uyumlu olan kadınlar eşleşmiş, karşılıklı türkü söylüyorlardı. Sanki bir senfoni olmuştu. Sevdayı, hasreti, Hemşin’deki hayatı anlatıyorlardı. Her bir dörtlüğün yaşamda karşılığı vardı, sözler derindi. Yedi yaşımda işittiğim bu dörtlüklere, atma türkülere, destanlara duyduğum merak da benimle birlikte büyüdü” diyor.
40 YILLIK BİR ÇALIŞMANIN ESERİ
Hızır Canbaz, duyduklarını, dinlediklerini ölümsüzleştirmek için belleğine kazımakla kalmayıp kâğıtlara döküyor. Kitap için yaptığı çalışmayı ise, “Hemşin’in cefakâr ve fedakâr kadınlarından, erkeklerinden hikâyeler dinledim. Söyledikleri türkülere kulak verdim. Kimisi kavuşamadığı sevdasını, kimisi genç yaşta kaybettiği çocuğunu, kimisi öfkesini, kimisi mutluluğunu kimisi de kederini bu türkülerle dile getirdi. Çoğu da anılarıyla beraber bu dünyadan göçüp gitti. Ben de istedim ki bu türküleri, destanları herkes duysun, sadece belleğimizde kalmasın. Aflarına sığınarak kitaba kendi yüreğimden dökülenleri de koydum” diyerek anlatıyor son sözü Hemşin’den yankılanan bir mısraya bırakırken:
“İnsan da zaman gibi konup, göçüp gidiyor /
Anılar roman gibi bir oku ki ne diyor?”
Kitaba, internetten ulaşabilirsiniz.
—-
HIZIR CANBAZ
1964 yılında Rize’nin Pazar ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Pazar’da tamamladı. 1984-1988 yıllarında Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nden kimyager olarak mezun oldu. Ambalaj sektöründe serbest olarak çalışmakta.
Pazar Lisesi, Atatürk Üniversitesi, Ankara Kale Derneği, İstanbul Hemşin Derneği, İstanbul Çayeli Derneği, İstanbul Pazarlılar Derneği ve Marmara Üniversitesi’nde tulumla halk oyunları ekiplerini çalıştırdı. 1983 yılından beri Hemşin yöresinin türkü, destan ve atma türkülerini topluyor. Aynı zamanda kendisi de türkü yazıyor.
2016 yılında Kalan Müzik’ten “Varoşun Çiçekleri”, 2018 yılında Cinan Müzik’ten “Yessir O Gözleruna”, 2021’de de “İkbal” albümlerini çıkardı. Rıdvan Yılmaz’la “İşte Tulum İşte Horon”, Remzi Bekâr’la “ Yine Şanlandı Tulum” Mahmut Turan’la “Karadeniz Ezgileri” albümlerinde birlikte çalıştı. MESAM üyesi.
Birincisi: Bir metinde gerçek mana budur, demenin bir belgesi, bir test edicisi olması gerekir. O belgeyi ve o test edici noktayı bize gösteren, dinin ana konularının dengesinden ortaya çıkan soyut güzelliktir. Bir metin için bu mecazdır, diyebilmek için o mecazî mananın, belagat ilminin şartları çerçevesi içinde olması gerekir. Bu iki prensip esas alınmazsa ve bunun sonucu olarak mecaz olan metinleri gerçek mana olarak dayatmak ve hakikat olan bilgileri mecaz diye görmek ve göstermek cehaletin hükümferma olmasına güç verir. Orta yolu gösterecek, ifrat ve tefriti önleyecek sadece şu dört mihenktir: 1) Dinin temel konularının mantalitesi. 2) Belagat ilmi. 3) Mantık ilmi. 4) Hikmettir (fen ilimleridir.) Bediüzzaman, Muhakemat’ın 5. Mukaddimesinde bu bilgileri bize verdikten sonra aynı kitabın Birinci Makalesinin Sekizinci Meselesinde ise:
Mecaz için farklı karineler olabilir; mesela bir metnin mecaz olduğuna dair, metnin akıl yönünden muhal olması karine olabileceği gibi; metin dışından başka maddi bir delil veya sıradan bir delil veya metnin bağlamı o metnin mecaz olduğuna karine olabilir. Ayrıca Kur’an’ın başka ayetlerinde geçen bazı hakikatler de diğer ayetlerin mecaz olması için karine olabilir” diye söylüyor. Ve bazen de bazı ayet ve hadislerin mecaz olduğu kabul edildiği halde tercümede maksut mana esas alınmaz da meal esas alınır. Dolayısıyla mecaz olan o ayet ve hadislerin mucizevî güzelliği ve belagati yine kaybolur, diye dinî neşriyatın yazar ve yayıncılarını uyarıyor.
İkincisi: İslam âleminde bugünkü bilimlere uygun olarak varlık ve hayat algısı oluşmuyor. Çünkü Müslüman âlimler her bir bilim dalından sadece bir parça biliyorlar. Bilimsel bir fotoğraf ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir varlık ve hayat algısı oluşmuyor. Bediüzzaman bu içinden çıkılmaz sorunu Muhakemat kitabında şöyle tasvir etmiştir: Nasıl ki, başka âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa: Hâlbuki ne insanı ve ne insanın gayrisinin (insandan başka canlıların) tam suretini (fotoğrafını) görmemiş; belki her birisinden bazı azasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amame (sarık) gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü, aslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-ı hayat (hayat şartları) böyle ucubelere müsait değildir, diyecekler ve nakkaşı ittiham edecekler.. Şimdi bu kaide, fenlerde (bilim dallarında) aynen cereyan eder (geçerlidir.) Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen ve zenav (havuz veya havuza akan arklar) gibi yapmaktır. Yani eğer kişi bir ilmi esas alırsa; esas aldığı ilmi havuz gibi yapmalı, diğer ilimleri de o havuza akan arklar gibi etmelidir. Ve eğer kişi malumatını esas alırsa, o malumat ve bilgileri, her birisi hakikatin bir kanalı olan muhtelif ilimlerden beslenmeli.
Üçüncüsü: İslam âlemi, Orta Çağın kültürel birikimini dinî birikim sanıyor; din ve varlık hakkında çağımıza uygun olarak bilim birikimini ve epistemolojisini oluşturamıyor. İşte Bediüzzaman bu sorun için de şöyle bir çözüm öneriyor: Geçmiş çağların derelerinde egemen olan garaz, düşmanlık ve üstün gelme arzusunu doğuran faktör; duygusallık, arzular ve güç idi. O zamanın insanlarını irşad için şiirsel ve duygusal hitabeler yeterli idi. Çünkü duyguları okşamak, insanların eğilimlerini etkilemek için vaiz ve hatip tarafından iddia edilen konuyu süslü ve parlak olarak göstermek. Veya gündemdeki o konuyu korkunç göstermek veya parlak tasvirlerle hayale hoş göstermek, güçlü ve açık delilin yerini tutar idi. Fakat bu çağımızda burhandan (akıl ve fenlerden) başkası insanları tatmin eden bir şey bulunmuyor.
Kitapta bahsi geçen hatıralar Türkiye Cumhuriyetinin henüz yeni kurulduğu 1930-1940 yılları arasında geçiyor. Bu dönemler Anadolu’nun ateşle imtihan edildiği ve her evden üçer beşer askerin vatana kurban edildiği yıllardır. O yüzden Avşar kocalarının elinde ki mendilleri kurumamış, ağıtlarının dizeleri dağları eritecek kadar harlı çölleri yeşertecek kadar içli hale gelmişti.
“Askerimin kara kaşı,
Durmaz gözlerimin yaşı,
Sana iki oğul verdim,
Birin geri ver yüzbaşı…
Adı bahse konu olan yıllarda, ilk defa devlet gelir ve şefkatli eli dokunarak sizin çocuklarınızı okutarak öğretmen yapacağız der. Bu haber toplumsal belleğimizde yer alan travmaları tedavi edebilecek hususiyetlerden uzak olsa bile bir nebzede olsun iyileştirecek özelliği sahiptir. Bu yüzden Eğitim ve Öğretim Tarihinde Pazarören Köy Enstitüsü hayati derece de önemli kurumlarından birisi haline gelir.
Pazarören Köy Enstitüsü Türk Eğitiminde Köy Enstitülerinin Mimarı olan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç tarafından 1941 yılında Pazarören Nahiye merkezinde kurulmuştur. 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu ile ilk açılan 14 köy enstitüsünden birisidir. Kanun’un 1. Maddesinde, “Köy öğretmenini ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılır.” denilmekte, köy öğretmen okullarının bu kanunla köy enstitülerine dönüştürüldüğü bildirilmektedir. Parasız-yatılı olan köy enstitüsünün amacı, Türkiye genelinde öğretmeni olmayan binlerce köye öğretmen yetiştirmektir. Ayrıca köylere eğitim öğretim sağlamanın yanı sıra ülke kalkınmasına katkıda bulunmak amacıyla öğretmen adaylarına uygulamalı olarak demircilik, dülgerlik, yapıcılık, kooperatifçilik, ziraatçılık ve diğer pek çok konuda bilgi ve beceri kazandırılıyordu. Pazarören Köy Enstitüsü 1941-1954 yılları arasında eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam etmiştir. Türkiye’deki toplam 21 köy enstitüsü ile birlikte 1954 yılında resmen kapatılmıştır. Pazarören Köy Enstitüsü 1941’den 1954 yılına kadar 1.974 mezun/öğretmen vermiştir. 1954 yılında köy enstitüsü adı değiştirilerek burası Mimarsinan İlköğretmen Okulu adını almıştır. 1954-1976 yılları arasında öğretime devam eden Mimarsinan İlköğretmen Okulu, 3.943 öğretmen adayı mezun etmiştir. Bundan sonra da öğretmen lisesi olarak devam etmektedir.
PROF. DR. REMZİ KILIÇ…
Henüz inceleme yapılmadı.